Sena Gürler
13 Temmuz 2021, Salı
150 yıldan daha uzun bir süredir Türkiye’de devam edegelen batılılaşma-modernleşme-sekülerleşme süreci özellikle son 20 yılda, küreselleşmenin de etkisiyle ciddi bir hız kazandı. Bu dönüşüm sürecinin en belirgin sonuçlarından biri de “bireyselleşme” oldu.
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca gerek siyasete, gerek eğitime ve daha birçok alana yapılan müdahalelerle Türkiye’de ve İslam dünyasında gerçekleştirilmeye çalışılan bu dönüşümün özellikle “küresel bir köye” dönüşen günümüz dünyasında, sosyal medyanın da etkisiyle hızla yayıldığına tanık oluyoruz.
Modern yaşam temel değerlerin yok olmasına yol açtı. Bireyselci anlayışın merkeze koyduğu “ene”, ötekini, kendi hırsları, tutkuları, istekleri uğruna görmezden geldi. Modern insanın bireyciliği, “biz” duygusunu hızla eritti.
Ortaçağın hakim Hıristiyan görüşüne tepki olarak gelişmiş olan bireyselcilik, bireyin, bireysel olanın toplumsal olandan önce geldiği düşüncesi ile ortaya çıktı. Batı toplumlarında da ahlaki bütünlüğü tehdit edici olduğu, “ben”ciliğin narsistik taşkınlıklara yol açtığı vs. üzerinden çeşitli düşünürlerce eleştirilerin odağı olan bireyselcilik, kişinin yaşadığı ortamı kenara bırakıp kendi dertlerine dönmesini, toplumsal işlerden/sorumluluklardan elini eteğini çekmesi, yaşadığı toplumdaki diğer insanlardan zihinsel olarak uzaklaşmasını, yalnızca kendini ve çıkarını düşünmesinin gerekliliğini savundu.
“Nihayet komedi sona erdi, trajedi başlıyor. Dünya giderek daha sert, daha soğuk, daha kasvetli ve daha adaletsiz olacak. Barbar bir geleceğin kapısındayız” diyen Caraco ve “Nietszche’nin son insanları da bu çöküşün vardığı son noktadadırlar. Acınacak rahatlıkları dışında yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamıştır onların” diyen Taylor da aslında bireyselleşmenin toplumları içten içe çürüteceğini, amaçsızlığa sürükleyeceğini ortaya koyuyorlardı.
Bireyciliğin ilerlemek için vazgeçilmez olduğunu vurgulayan modernizm, yarattığı yalnızlık duygusunun nerelere varacağından bu denli habersiz miydi acaba? Sosyal bir varlık olan insanın yalnızlaştırılması ile insan, işe yaramaz ve amaçsız hissetmeye başladı. Üstelik kişinin yalnızca kendini ve çıkarını düşünmesi, özgürlüğünü elde etme hali gibi anlaşılsa da aslında bu durum kişinin yalnızlaşmasına ve ardından sömürüye açık hale gelmesine yol açtı.
Bu husus, Kur’an’da “şuhh” kavramıyla da ifade edilmektedir. Sözlükte bencillik, pintilik, aç gözlülük anlamında kullanılan “şuhh”, kişinin sadece ama sadece kendisini, kendi çıkarını; başkalarına zarar vermek pahasına göz etmesi şeklindeki bir mana taşımaktadır. Konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de geçen söz konusu ayette şöyle buyurulur:
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) vatan edinip iman gönüllerine yerleştirmiş olanlar ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendi ihtiyaçları olsa bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin “cimri ve bencil tutkularından (şuhh)” korunursa kurtuluşa erenler işte onlardır.” (Haşr: 9)
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir peygamberin takipçisi olarak bizler, ölüm anında bile kendinden başkasını düşünen, kardeşini kendisine tercih eden sahabilerin öğretilerini biliyoruz. Ensar-Muhacir kardeşliğinin tesisinde İslam’ın “isar/diğergamlık” öğretisinin bir neticesi olarak başarıya ulaşıldığını biliyoruz. Dolayısıyla İslam’ın öğretisine göre bireycilik ya da “ben”cilik teoride kişinin kendi haklarını savunması şeklinde tanımlansa da pratikte sonuç vermeyen bir süreçtir. İslam toplumundan beklenen birbirlerinin hakkını gözetmeleri, birbirlerinin çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde tutmaları ve böylece haksızlığa uğramamalarıdır.
İslam cemaat kültüründen beslenir. Kişinin irade kontrolünü elinden almayan, hakikatin yorumlanmasına fırsat veren, dayatmacı olmayan, kişinin düşünme ve üretme hürriyetini elinden almayan, istişarenin ön planda olduğu her topluluk bireyi besleyen ve topluma hizmet noktasında güçlendiren özelliğe sahiptir.
Tabi burada şöyle bir nokta var ki, kişinin iradesine yapılan müdahaleye bir tepki olarak ortaya çıkan bireyselcilik, aslında bir yönden dinin yanlış anlaşılmasının bir neticesi olarak fıtri arayışlarla ortaya çıkmış, ancak gerekli çözümü ortaya koyamamıştır. Bu noktada çözüm, modernizmin bireyi kutsallaştırarak şımarıklaştırma projesine karşı, bireyin İslam’ın öngördüğü “şahsiyet” olma yolunda çaba ortaya koymasıdır. İslam bireyi “şahsiyet” olmaya davet eder. Bireyselleşme, kişiyi şımartılmış nefsin arzuları karşısında kolay lokma haline getirip tüketirken, İslam, Müslüman şahsiyeti farkındalığı ve bilinci açık, akledebilen ama aklı asla putlaştırmayan, üretken bir kimlikle inşa eder. Müslüman şahsiyet kalabalıklar içinde yalnız kalsa da hakkı ve adaleti ayakta tutan bir tavır sergiler.
Son olarak bir hususa daha dikkat çekmekte fayda var. Nasıl ki cemaatin maslahatı bireyin maslahatından önce geliyorsa, ümmetin maslahatı da tüm bunların üzerindedir. Müslümanlara düşen tüm bu akımlar karşısında kendi gruplarını, cemaatlerini, oluşumlarını değil ümmetin maslahatını gözettikleri bir yaklaşım sergilemek, İslam’ın modellediği “şahsiyet” olma yolunda üzerlerine düşeni yerine getirmektir. Dinin yapı taşları olan bireylerin edilgen olmayan, akledebilen ve üretebilen şahsiyetler olmaları dini tüketen değil aksine besleyen bir rol oynamaları için gerekliliktir.