Ozan Soyer
11 Kasım 2018, Pazar
Doğu'nun ve Batı'nın sahibi Rabb'in adıyla!
Mardin, Midyat, Siirt, yol geçimi de olsa Batman, Diyarbakır, Adıyaman/Nemrut, Kahramanmaraş, Gaziantep ve yolculuğumuzun son durağı olan Urfa!
13 günlük seyahatimizde birçok güzelliğe, hâl'e, duruma şahit olduk; hepsini anlattığımızda sayfalarca tutacak kadar... Lâkin sizleri sıkmamak adına ben, 'sayfalarca tutmadan' tümüne dair kısa bir panorama sunmak istiyorum. Buyrun, başlayalım.
Mardin, eski şehir! 23 Ekim Salı günü güzel bir uçuşla Mardin'e vardık. Bir an önce o meşhûr eski şehre varmak için iner inmez hareket ettik. Halkı ve şehirdeki yaşamı bir nebze de olsa teneffüs edebilmek için eski şehre doğru olan yolculuğumuzu otobüsle yaptık. İyi de yapmışız! Yol boyunca hem etrafı hem de halkı dikkatle gözleme fırsatı bulduk.
İlk olarak Mardin'in taş ve dağ yapısı dikkatimi çekti. Batıdaki biçimlere göre farklı ve insanı düşündüren cinstendi. Hemen ardından ise otobüsteki halkın Kürtçe konuşuyor olması dikkatimi çeken ikinci şey oldu. Anlamıyor olsam da nedense onların oldukları gibi davranıyor olması beni içten içe mutlu etmişti. Bu sevinçle birlikte bir yandan da etrafa göz atmaya devam ediyordum ki yol üstünden bir yamaca yazılmış olan "Ne mutlu Türküm diyene!" sözlerini gördüm. O an zihnimde birçok şey canlandı. Lâkin ilk farkettiğim şey ise otobüsteki yolculardı. Yolculara baktım ve ardından yamaca... Sanki olmayan bir gerçekliğin varmışçasına her yerde görünür kılınması cinsinden bir şeye şahit olmuştum. Görüyorsun ama bağlantı kuramıyorsun, anlamlandıramıyorsun...
Çok uzun sürmeyen bir yolculuğun ardından eski şehre vardık. Nasıl gezeceğimize dair kesin bir rotamız yoktu. Tek bildiğimiz yürüyerek bütün şehri gezecek olmamızdı. Öyle de yaptık! Tüm gün boyunca ara ara dinlenerek eski şehrin sokaklarında tarihi eserlerin arasında dolaştık. Artuklulardan kalma eserlerden Hristiyanlara ait kilise ve manastırlara kadar birçok tarihi kalıntıyı, çarşıları, medrese ve hanları gezdik. Hepsi taştan inşâ olunmuş yapılar, bize beton yapıların ne kadar temaşa'dan uzak olduğunu öğretti. Bir yandan bu temaşa'yı yakalamanın bir yandan da tarihi kalıntılardaki estetiğin verdiği zevkle gün boyunca ana caddelerden ara sokaklara varıncaya değin dolaştık.
Ertesi gün Mardin'le birlikte eş değer olarak anılan Midyat'a geçtik. Biraz geç ulaştığımızdan birçok yere gidemedik. Lakin eski taş evleri, Hristiyan, Müslüman, Arap, Kürt, Türk ve Süryanilerin iç içe yaşadığı mahalleler, birden çok kilise... İlginç bir tecrübeydi. Bir de peşimize 3 tane de ortaokullu çocuk takılınca daha da zevkli bir hale geldi. Bize rehberlik ettiler. Tarihi anlattılar. Bu saf, temiz halli çocuklarla tanışmak bizi sevindirmişti. Yanımızda olan kuru yemişlerden onlara ikram ettik. Önce almadılar. Israr edince geri çevirmediler ama alıp yanlarına koydular. Ayrılana kadar da yediklerini görmedim. Bu kuruyemişlerin hikayesi de ilginçti. Mardin'de ilk gün çok canım isteyerek almıştım lâkin konak yerimize varır varmaz hiç yiyesim gelmemiş, neredeyse hiç dokunmamıştım. Demek ki o çocukların nasibiymiş. Rızk Allah'tandır. O anlarda içimden "nereden aldık, dolaştırdık, getirdik çocuklara verdik" diye geçirdim. Allah'ın hikmetidir belki de, Allah doğrusunu bilir.
Midyat'tan Mardin'e döndüğümüzde şehrin en tepesinde bulunan teras manzaralı bir kafeye çıktık ve yukarıdan aşağıya şehrin manzarasıyla birlikte Mezopotamya Ovası'nı temaşa etme imkânı bulduk. Bizim için güzel bir bitiriş oldu. Gecenin verdiği sükûnetin eşliğinde ayrı bir atmosferle bu güzel manzarayı izledik.
Mardin'deki son günümüzde müzeyi, birkaç kiliseyi ve Deyr-u Zafaran Manastırı'nı gezdik. Bir de Peygamber-i muhterem'in 'hediyeleşmek sünnettir' hadisini unutmayarak akraba ve dostlarımız için alışveriş yaptık. Bu vesileyle esnafla da sohbet etme imkanı bulduk. Gönlü zengin, kantarı muhkem bir esnaf profili gördük. En azından bizim alışveriş ettiklerimizde...
Öğle saatlerinden sonra Siirt'e doğru yola koyulduk. Akşam varana değin yağmur yağmaya devam etti. Ertesi gün de aynı şekilde... Lâkin akrabalarımızda araba olduğu için yağmura rağmen gezme fırsatı bulabildik.
İlk olarak Tillo'ya gittik. Siirt'e gidildiğinde mutlaka varılan, içerisinde sadece belirgin taşlardan oluşan iç içe girmiş birçok mezarı barındıran ilginç bir mekan. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın kabrine vardık. Hocasına hürmeten “Hocamın başucuna doğmayan güneşi neyleyim?” diyerek 21 Mart ve 23 Eylül günlerinde güneş ışınlarının gün doğumunda hocasının başına gelecek şekilde zahmetli bir mekanizma kurmuş. Böyle bir hürmet, hoca-talebe ilişkisi... Bugün her yerde aradığımız şeylerin başında geliyor olsa gerek!
Botan Vadisi... Yağmurlu havada gittiğimize sevindiğimiz muazzam bir manzara! Güneşli günlerde de güzel olduğu söylensede yağmurlu havada bizce daha farklı bir çehreye bürünen, etkileyici bir vadiydi. Doğayı temaşa etmeye doyulacak bir yer!
Siirt'te pek fazla tarihi yer olmasa da Ulucami'si oldukça güzeldi. Selçuklu zamanında yapılmış olan eser, taş mimarisini korumuş. İçerisinde bir Selçuklu komutanının da kabri var.
Siirtteki gezintimiz sonrasında ertesi gün Diyarbakır'a geçtik. Baştan söylemek gerekirse Diyarbakır, denildiği gibi gerçekten de Doğu'nun Paris'i tabirini hak ediyor. Sur bölgesi son zamanlarda tekrar inşa edilmiş. Birçok sahabe mezarı vardı. Kale surlarını da tırmanmaya el verişli hale getirmişler. O da şehre bir hareketlilik katmış. Bununla bilikte Ulu Cami'den bahsetmemek olmaz. Gerçeken daha avlu kapısına geldiğinizde dahî tarihin kokusunu, enerjisini alıyorsunuz. Mimarisi zaten adeta bağırıyor. Maneviyatlı bir mekân.
İlginç bir yer de Hasanpaşa Hanı'ydı. Hana girerken sanki 13-14. yüzyıllara giriyormuşum gibi bir hava hissettim. Faal bir han. Kalabalık. Ancak içindeki atmosfer tarihi havayı size solutturuyor.
Diyarbakır maceramızın biraz uzun sürmesi sonrası ertesi gün, sadece Nemrut'a tırmanmak üzere akşamüstüne doğru Adıyaman'a geçtik. Gün doğumunda tepeye çıkacaktık. O vakte değin bekledik ve vakit geldiğinde epeyce arabayla gittikten sonra inip, yürüyerek tepeye tırmandık; "Kul eûzü birabbil felak" ayetini okuyarak! Henüz gün doğmamış, hava olabildiğince açıktı. Ay ve yıldızlar oldukça netti. İnsanın böyle bir ortamda Rabbî zikretmemesi mümkün değildi. İnsanlar sessiz, doğa sessiz, gök sessiz...
Tepeye çıktık ve "tanrılara" sırtımızı dönerek Rabb'in doğurduğu güneşin doğumunu izledik. Tepeye vardığımızda henüz doğmamıştı. Bir müddet bekledik ve muhteşem son... Görülmeye değer bir an'dı.
Güneş doğumu sonrası tepeyi ve civardaki eserleri gezerek otele döndük. Az az da olsa birçok yer gezdik. Arsemnia denilen antik kentin kalıntılarıydı gezdiğimiz yerler. Saray kalıntıları, tümülüsler, köprüler ve kaleler... Komagene Krallarının şatafatlarından arkada kalan birkaç eser... Beraberinde birçok ibretleri barındırıyor. "Yeryüzünde gezip, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Onlar, kendilerinden daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah'ı aciz bırakabilecek yoktur. Şüphesiz O bilendir, Kadir olandır." (Fatır 44)
Aynı günün öğleninde Maraş'a doğru yola çıktık. Adıyaman-Maraş yolu da yol değil adeta doğa turu gibi geçmişti. Sıradağlar, akarsular, göller ve nihayet Maraş!
Maraş'a önce bir ısınamadık. Mardin, Diyarbakır, Nemrut ve civarı gibi tarihi yerlerden sonra şehirleşmiş bir bölgenin havasını solumaktı belki de alışamadığımız.
Vardığımızda vakit akşamüstüydü. Yine de bir turladık. Ulu cami, kale ve Dulkadiroğulları'ndan kalan çevredeki miraslar... İkinci günse daha çok gezme fırsatı oldu. Tarihi taş köprüye gittik. İzlememiştim ama eşimin söylemine göre burada 7 Güzel Adam'ın bazı sahneleri çekilmiş. Hatta Zarifoğlu'nun 'kız arkadaşıyla' buradaki sahneleri... Duyunca düzensiz ve bakımsız olan buraya karşı olan hevesim bir kez daha kırıldı. Bu tarz diziler zaten hoş değil, bir de mahremiyeti ne diye ekranlarda veriliyorsa... Dert bu insanları tanıtmak mı, izleyeciyi ekrana çekip para kazanmak mı? Bunu yapanlar ve destekleyenler bunun kararını vermeliler. Tıpkı Aliya dizisi gibi...
Burada biraz dolandık sonra merkeze döndük. Kültür evine gittik Maraş lezzetlerini tattık. Ardından müze, çarşılar... Müze ilginçti. Çarşılar ise kapalı çarşısının küçük versiyonuydu. Uzunca bir tarihi de var.
Maraş'taki günlerimiz biraz dinlenme üzerine geçti. Sanki bilmeden Antep'e hazırlanıyormuşuz gibi! Zira Antep bizi özellikle lezzetleriyle fazlasıyla doyurdu.
İlk olarak Zeugma Müzesi'nden başladık. Antep'te ilgi çeken bir yer olmuş bile. Roma döneminde gelişen bir şehrin villalarının tabanında bulunan onlarca mozaik işleme ve duvar frenskleri... Sadece bunların sergilendiği bir müze yapılmış. Büyük ve dikkat çekici olmuş.
Antep'te Zeugma haricinde kale bölgesinden ayrılmadık. Hem vakit açısından hem de gezilecek yerlerin birçoğunun burada olmasından dolayı bizim için böylesi daha avantajlıydı. Hâlâ canlı olan birçok çarşı ve han gezdik. Son yıllarda bölge genel olarak da bir restorasyon geçirmiş. Bu sebeple iyi bir görünüme kavuşmuş.
Antep'te daha çok yemek kültürü ön planda olduğu için biz de haliyle ön planda olana yönelik bir rota izledik. Edeptendir diye Antep rotamızdan pek bahsetmemek daha doğru olsa gerektir diye düşünüyorum ve geçiyorum, Urfa!
Büyük bir şevkle gittiğimiz Urfa'da şehrin kalabalık ve bakımsız hali açıkçası hevesimizi kırdı. Hava da yağmurlu olunca Halilur Rahman diye anılan içerisinde Balıklı Göl'ü de barındıran bölge, müze ve Ulu Cami haricinde hiçbir yere gitmedik. Lakin özellikle Balıklı Göl, Hz. İbrahim'in doğduğu yer olduğuna inanılan mağara ve çevresindeki yerler oldukça güzeldi. Anlatılanlar doğru mudur bilmiyorum ama civarda manevi bir havanın olduğunu söylemem gerekiyor.
Urfa müzesi de oldukça büyük ve dolu doluydu. Müzede Göbeklitepe'nin maketinin de olduğu bir alan yapmışlar. İyi ki gezmişiz, zira Göbeklitepe'ye gidemeden döndük. Paleolitik çağlardan bu yana değin birçok eseri içinde barındıran müze oldukça zengin.
İşte kısaca bu şekilde. Geride kalan birçok an'ı, ibret, tat, tecrübe ve bilgi... Son olarak belirtmem gerekiyor ki bu gezi bana bilmekle görmenin aslında ne kadar iç içe bir şey olduğunu gösterdi. İmkanı olanlar malumat sahibi oldukları yerleri bir de görerek bilsinler. Tabii ibret almayı unutmadan!