Meramımız, insanlığımızda için için kanayan hangi yaraya merhem oluyor?
Yenis Şafak yazarı Gökhan Özcan, bugünkü yazısında Meramımız, insanlığımızda için için kanayan hangi yaraya merhem oluyor? Meramımız anlamını nereden alıyor? Meşruiyetini, doğruluğunu, liyakatini nereden alıyor? Neden meramını anlatmak için yırtınan kalabalıklar dünyaya bir iyilik, bir güzellik, bir şifa, bir derman getiremiyor? Neden meramlar hiç durmadan birbiriyle çatışıp duruyor? Bütün bu meramları kaideye bağlayacak hakikat nerede? Neden konuşmaya başlayanların çoğu bir süre sonra hakikati kendi sözlerinde bulmaya başlıyor ve gözünü bir daha hakikate çevirmez oluyor? Nefsaniyetimizin içimize meram iliştirmediğinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? sorularını sordu.
Yenis Şafak yazarı Gökhan Özcan, bugünkü yazısında "Meramımız, insanlığımızda için için kanayan hangi yaraya merhem oluyor? Meramımız anlamını nereden alıyor? Meşruiyetini, doğruluğunu, liyakatini nereden alıyor? Neden meramını anlatmak için yırtınan kalabalıklar dünyaya bir iyilik, bir güzellik, bir şifa, bir derman getiremiyor? Neden meramlar hiç durmadan birbiriyle çatışıp duruyor? Bütün bu meramları kaideye bağlayacak hakikat nerede? Neden konuşmaya başlayanların çoğu bir süre sonra hakikati kendi sözlerinde bulmaya başlıyor ve gözünü bir daha hakikate çevirmez oluyor? Nefsaniyetimizin içimize meram iliştirmediğinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?" sorularını sordu.
Gökhan Özcan'ın "Dikkat, Çökebilir!" başlıklı yazısını istifadenize sunuyoruz:
Hiç kimse geri kalmak istemiyor, orta yerdeki konuşma dağına kendi sözünü de mutlaka katmak istiyor. Bunu ihtirasla istiyor. Sözün frenlerinin boşaldığı keder verici zamanlardayız. Bu herkesi içine çeken bir felaket... Sözlerle ateşini harladığımız devasa bir yangın... Ağzımızdan çıkacak herhangi bir sözü durdurursak dünya eksik kalır sanıyoruz.
Konuşarak anlamı çoğaltmıyoruz oysa, anlamsızlığı büyütüyoruz. Bu konuşma bağımlılığıyla anlama bir şey katma şansı kalmadı neredeyse hiç kimsenin. Esasen kimsenin kimseyi dinlediği de yok. Bir uğultu kopuyor sürekli orada burada. Merhameti olmayan, şefkati olmayan, muhabbeti olmayan, hatta daha kötüsü hakikati olmayan sözlerin gün geçtikçe vahşileşen kör dövüşü... Haklılığına inanarak keskinleştirilmiş kelimelerle vuruşan, birbirine ölümcül yaralar açan insanlarla dolu hayat meydanı... Ve ne kadar acıklı ki, doğru neyse bulunsun diye sürdürüyoruz neredeyse hepimiz bu sözel itiş kakışı.
“Seni duymamı istiyorsan konuşmayı bırak!” diyor, ‘Bekleyiş Unutuş’ kitabında Maurice Blanchot.
Artık birbirimizin sözlerinden öğrenebileceğimiz bir şey kaldı mı? Birbirimizin insanlığında dokunabileceğimiz bir yer var mı? Artık zihnimizde, kalbimizde, içimizde başka insanlara gerçekten yer var mı? Hepimiz dünyayı kendimizle doldurmaya çalışıyoruz çünkü. Her sözümüz dünyada söylenen son söz olsun istiyoruz. Her söylediğimizle meselelerin aradığı anafikrini bulmasını, oradan öteye hiç kimsenin geçmemesini bekliyoruz. Hayır bunu yüksek sesle söylemiyoruz, dünyaya ilan etmiyoruz ama bu sinsi, bu zehirli, bu çürütücü arzunun içimizin her köşesini adım adım işgal etmesine, bütün benliğimizi ele geçirmesine, uzun zaman içinde güç bela inşa ettiğimiz bütün insanlığı tarumar etmesine ses çıkarmıyor, engel olmuyoruz. İnsan olmak için bir arada tutmaya çalıştığımız her şey kopuyor, çözülüyor, uzaklaşıyor birbirinden. Metruk bir ev gibi, çok uzun sürecek bir yıkılışı, çöküşü, devrilişi günbegün yaşıyor insanlığımız. İnsan yapısının böyle olduğunu, insanın bir anda çökmediğini, gün gün bir çöküntüyü ömür diye yaşayabildiğini hatırımızda tutmuyoruz. Aslında hiçbir şey tutmuyoruz hatırımızda. Günlük yaşıyor, her söylenene, her olan bitene, her ortaya getirilmiş meseleye laf yetiştirmeye çalışıyoruz.
İnsan ne için konuşur? Meramını ifade etmek için... Bizim meramımız ne? Bizim meramımızın bize ne hayrı var? Bu merama erişmek için hangi yolları katettik, hangi mesafeleri aldık? Meramımız, insanlığımızda için için kanayan hangi yaraya merhem oluyor? Meramımız anlamını nereden alıyor? Meşruiyetini, doğruluğunu, liyakatini nereden alıyor? Neden meramını anlatmak için yırtınan kalabalıklar dünyaya bir iyilik, bir güzellik, bir şifa, bir derman getiremiyor? Neden meramlar hiç durmadan birbiriyle çatışıp duruyor? Bütün bu meramları kaideye bağlayacak hakikat nerede? Neden konuşmaya başlayanların çoğu bir süre sonra hakikati kendi sözlerinde bulmaya başlıyor ve gözünü bir daha hakikate çevirmez oluyor? Nefsaniyetimizin içimize meram iliştirmediğinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?
Evvel zamanda ‘konuşulacak yer’ ve ‘susulacak yer’ diye bir ayrım vardı. Bir insan için ‘susulacak yer’, ‘konuşulacak yer’den çok daha büyük bir şeydi. Konuşulduğunda anlamı olan şeyleri söyleyenlerin ortak özelliği, ‘susulacak yer’i iyi biliyor olmalarıydı. O yüzden az konuşurlar, söylediklerinde sözün hakkını verir, anlama mevzi kazandırırlardı. Şimdi bir adım geri çekilip bakalım; şimdi laf çitleyerek her gün bir yenisini yükselttiğimiz şu konuşma dağlarında sadra şifa olacak ne var?
Bu haber toplam 749 kez ziyaret edildi.
Yorum Ekle
Adınız / RumuzYorumunuz