Gökhan Özcan
29 Kasım 2018, Perşembe
Kışın ortasında, hayatın bir mola yerindeyim. Hava puslu, kararan bulutların etkisiyle kurşuni bir ağırlık çökmüş gibi binaların üstüne. Tepeler yaprak dökmeyen çam ağaçlarının etkisiyle yer yer koyu yeşil tonlarda. Yer yer de inanılmaz güzellikte sarılı kızıllı bir renk armonisi uzanıyor ötelere doğru. Tepelerin bu güzel dokusunun üstüne her yıl artan sayıda betonarme bina adeta bir hançer gibi saplanıyor. Tabiat birçok yerinden bıçaklanmış bir gövde gibi hem ince ince kanıyor hem de derin derin inildiyor, acı çekiyor sanki.
Bütün bu yapıların sebebi, insanların tabiatın içinde ya da en azından daha yakınında bir yer tutma arzuları... Yılın belli bir bölümünde, zamanı durdurma vehmiyle tatile ayrılan sayılı günlerinde şehir hayatından uzaklaşmak, özledikleri pek çok şeyle birlikte bir süre vakit geçirmek için buldukları bir çare bu... Ama belli ki iş bu kadarla kalmıyor; bu devirde yapılan hemen her iş gibi bu işin içine de ihtiraslar karışıyor. Zaman içinde küçük iyi niyetli girişimler rant projelerine, barakalar villalara, tek katlı bahçeli evler irili ufaklı apartmanlara dönüşüyor. Eskilerin sayfiye dedikleri yerler, bugün betonarme ormanlarına dönüşmüş durumda...
Dağın tepenin eteğine, gölün kıyısına, kaplıca çevrelerine, sessiz, huzurlu ya da güzel bulunan her yere habis ur gibi etrafına yayılan yapılaşmalar boca etmek gibi acayip alışkanlıklar edindik. Güzellikleri yaşamak, zevkine, keyfine varmaktan çok, güzelliklerden pay almak, ‘hiç kimseler’den geride kalmamak gibi muhteris bir abanma içindeyiz. Nihayetinde bu doymak bilmez saldırılar sebebiyle bütün o güzellikler, birbirinin neredeyse içine bakan sitelerin, itiş kakış bir kalabalığın, arsız bir satıcılığın, otopark hır gürünün, kahredici bir kirliliğin ve şehirleri aratmayan bir kargaşanın kurbanı olup gidiyor. Eskilerin sayfiye dediği bütün bu huzur ve sükûnet ortamları, yılın belli dönemlerinde şehirlerimizin en kaotik, en katlanılmaz, en yorucu yerleri haline geliyor.
Yeni insanın, gittiği yerin doğal bir parçası olarak kalabilme kabiliyeti hiç yok neredeyse. Onu mutlaka sahip olabileceği bir şey haline getirebilmeyi, modern alışkanlıklarına imkân verecek şekilde dönüştürmeyi, trendlerini oraya da taşımayı, farkında olmadan o yerleri de, huzur ve güzellik aramak üzere gerisinde bırakarak kaçıp geldiği şehirlere benzetmeyi istiyor yeni insan. Modernliğin başında adı ‘tabiata hükmetmek’ olarak konan ve başlangıçta çoğumuza masum gibi gelen hedeflerin insanı, insanlığı getirdiği son nokta burası işte.
İnsan tabiatın bir parçası, onun sahibi değil... Bizler modernlik dolmuşuna binerek tabiatı ele geçirmeye, ona hükmetmeye, onu kafamıza göre kesip biçmeye cüret ederek tamiri mümkün olmayan çok büyük bir yanlış yaptık. Bindiğimiz dalı kestik, dal büyük bir çatırtıyla kırıldı, kırılıyor ve bizler de düşüyor, düşmeye devam ediyoruz.
Bugün gelinen nokta ne kadar acıklı! Adını koyalım ya da koyamayalım gerçek bu; hepimiz tabiatı yine tabiatımız gereği deliler gibi özlüyoruz. Ama tabiatla ilgili algımız o kadar bozulmuş, o kadar tahribata uğramış bir halde ki, tabiat özlemiyle yaptığımız şeylerle tabii olan her şeye ciddi zararlar veriyor, içimizdeki kontrolünü kaybetmiş tabiat özlemiyle tabiatı adeta yok ediyoruz. Tabiatın bu içler acısı hali, insanın kendi iç âleminde geldiği yerin dramatik bir fotoğrafı, toplumsal hayatın yanlış kurgulanmasının iç karartıcı bir röntgeni aynı zamanda.