Gökhan Özcan
8 Kasım 2018, Perşembe
Sürüklenmeler
Yaşamakla sürüklenmek arasındaki fark belirsizleşiyor yavaş yavaş hayatımızda. Biz gönlümüze göre yaşadığımızı zannediyoruz; sonra bakıyoruz bir gezegen dolusu insan aynı şeyi, şeyleri aynı şekilde yaşıyor. Bütün gönüller aynı şeyi aynı şekilde yaşamayı istiyor olabilir mi? Mümkün mü bu? Elbette değil! Gönlümüze göre olanı yaşıyor olsak, mutlaka bizim hayatımızın bize özgü bir başkalığı, kendine göre bir akışı, hissedişi, yönelişi olurdu. Demek yaşıyoruz ama kendi hayatımızı yaşamıyoruz. Bir vasata, bir ortalama yaşama tarzına, başkalığını yitirmiş bir genel hissedişe sürükleniyoruz sadece. Sadece bir hayat varmış da hepimiz onu yaşamak zorundaymışız gibi, çaresizce götürüp teslim ediyoruz sanki ilgili mercilere kendimizi, kendiliğimizi.
“O kadar herkesin yaşadığı gibi yaşıyoruz ki” dedi saçları yeni yeni beyazlamaya başlamış orta yaşlı adam, “sanki kendi hayatlarımız bir yerlerde susuz kalmış çiçekler gibi kuruyup gidiyormuş gibi geliyor bana!”
Bir sayfa düz çizgi, bir sayfa eğik çizgi, bir sayfa daire ve ardından daha bir sürü şey çizdik defterimize. Bir yerde biter sanıyorduk bitmedi, bir ömür aynı sıkıcılıkta devam edip gitti şu kahrolası ev ödevi!
“Gülümsediğinde güzelleşmeyen bir yüz hiç görmedim. Kimi zaman içindeki o sessiz sese uzmanlardan daha fazla güven. Aerodinamik yasalarına göre o tombul ve tüylü arının hiç uçmaması gerekiyordu. Herhalde bunu ona hiç kimse söylemedi ki, uçuyor. Zamanlarının büyük bir kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar, sonunda, en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar. Öteki insanlardan daha akıllı ol. Yalnız bunu onlara söyleme! Mutlu olmanın en garantili yolu bir başkasını mutlu etmektir. Hayatta ya tozu dumana katarsın, ya da tozu dumanı yutarsın. İyi çalışan, sık gülen ve çok seven başarıyı elde eder. İnsanın tüm evrende kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır: Kendisi!” diye yazmış Aldous Huxley, ‘Algı Kapıları’ adlı eserinde.
Kelimelere sıkı sıkı tutunup şu her yeri saran kelimesizliğe isyan etmek lazım… İnsanın kelimeleri vardır, onları başkalarına söylesin ya da söylemesin, bu değişmez. Evet insanın kelimeleri vardır, olmalıdır mutlaka! Çünkü insanın kelimeleri yoksa, hayatı da yoktur. Duyguları, fikirleri, hissedişleri, fikredişleri de yoktur. Bakın etrafınıza! Kelimesizlik nasıl da anlamsız bırakıyor, nasıl da ıssızlaştırıyor hayatı!
“Kibrit çakıyorsun karanlıkta/ badem çiçeklerini görmek için/ Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift/ sarnıç gemisi gözlerin/ Bir iş açacaksın sen başımıza/ yangın mı olur artık, bahar mı?” diyor bir şiirinde Can Yücel.
Sadece yanlış bir yere gitmekten değil, bir yere gitmiyor olmaktan da korkmalı değil miyiz? Sadece yanlışa doğru gitmekten değil, hiçbir yere gitmemekten de geri dönmeli değil miyiz? İkisi arasında çok büyük bir fark var mı?
İnci kefalinin hayatiyetini nasıl sürdürdüğünü biliyor musunuz? Yılın belirli dönemlerinde bulundukları gölden topluca akarsu yataklarına doğru yöneliyorlar. Daha sonra akarsu yataklarından yukarı doğru, yani akıntının ters yönünde atlayıp zıplayarak zorlu mücadeleler veriyor ve nihayet bu mücadeleyi kazananlar yumurtalarını akarsuların yukarı bölgelerine bırakmayı başarıyorlar. Yani inci kefalleri için hayatın sürmesi, zamanı geldiğinde akıntının tersine doğru yüzmeyi başarabilmelerine bağlı…
“Gideceği yeri bilen kişi” dedi meczup, “takılır mı hiç kalabalığın peşine!”