Konuştuklarımızı Anlamaya Vaktimiz Kalmıyor!

Gökhan Özcan

12 Kasım 2018, Pazartesi

“Ne acayip” dedi beyaz saçlı adam acı acı gülümseyerek, “konuşmak bizi o kadar meşgul ediyor ki konuştuklarımızı anlamaya hiç vaktimiz kalmıyor!”

 

Sanki uzun mesafeler boyunca yürümüş gibi yorgunuz ama geldiğimiz hiç bir yer yok. Sanki her şeyi çok seviyormuş gibi yapıyoruz ama dünyamız kaskatı, içinde neredeyse hiç sevgi yok. Sanki her düğümün çözümünü biliyormuş gibi konuşuyoruz ama her yaptığımızla, her söylediğimizle düğümler daha da çözülemez hale geliyor. Milyon tane kitap deviriyoruz görünüşte ama o kitaplardan hayata yayılan hiçbir bilgelik yok. Herkes ne kadar doğruluk timsali olduğunu ispat etmenin derdinde, iyi de hayatın fotoğrafına bu kadar eğrilik nereden karışıyor? Sanki aynı derdin dertlisi, aynı yolun yolcusu kocaman kalabalıklarmışız gibi konuşuyoruz; bir küçük kıvılcım yetiyor oysa aramızda koca koca yangınlar çıkartmaya. Aramızdan biri bir diğerine “Yalnız değilsin!” dediğinde, hepimizi üşüten bir yalnızlık rüzgarı esmiyor mu her yanımızda. İktisattan anladığımızda bir yanlışlık yok mu? İnsan harcayarak kim düzen tutmuş, dirlik sahibi olmuş bu cihanda? İçinde ‘gönül’ kelimesinin geçmediği bir tek türkü yok neredeyse bu coğrafyada; ama kim biliyor bugün gönlünün yerini Allah aşkına! “Masum değiliz hiçbirimiz”, eyvallah! Ve fakat masumiyetin hayalini bile kuramayacak kadar kuruyup gitmemizi izaha yeter mi dilimize sakız ettiğimiz bu itiraf kelimeleri. Nasıl acayip bir ticaret ki bizim ticaretimiz, hep zarardayız. Ne menzile varmaz bir söz ki bizim sözümüz, hiçbir yere varmadan hep baştan başlamaktayız.

 

“Aradığın şey o kitaplarda değil. Aradığın şeyi okuyarak bulamazsın. Sende eksik olan şeyi gözlerinle tamamlayamazsın. Aradığın şeyi yüreğinle bulacaksın. Dünyadaki bütün kitaplar, bütün hesaplar, akıl oyunları, sayfalarca laf sevginin yerini tutmaz. Okuyarak öğreneceksin ama severek anlayacaksın” buyuruyor Hazreti Şems, ne mutlu sevene, ne mutlu anlamaya kalbinden yol bulana...

 

Vaktiyle güzeli görenler gördüklerini tefekkür ederek, içlerine iyice sindirerek, kendilerine katarak hallerinde, lisanlarında, insanlıklarında görünür kılmaya gayret ederlerdi. Şimdi bir güzellik gören onu kaydederek hemen başkalarıyla paylaşmanın, güzelliği gördüğünü aleme göstermenin, güzelliği ilk gören, ilk farkeden olmanın sosyal getirisini toplamanın derdinde, telaşında... Çünkü elindeki güzelliği pazara sürüp beğenileri topladıktan sonra hiç vakit kaybetmeyip yeni güzellik avına çıkmak icap ediyor. Bu zamanın adeti böyle, sürümden kazanmaya oynanıyor. Dolayısıyla güzellik hiç kimsenin kişiliğinde yerleşmiyor, uzun boylu konaklamıyor, pürtelaş dolaşıma çıkarılıyor. Yine dolayısıyla güzelliğin sürümünden aslında hiç kimse kayda değer bir gerçek kazanç elde edemiyor. Çünkü sürekli el değiştiriyor. Hiçbir elde kök salamıyor, filizlenemiyor, yükselemiyor.

 

“İnsana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak. Yoksa hangi balık boğmuş kendini, hangi serçe atlamış camdan?” diyor üstad Fyodor Dostoyevski. Var mı aramızda hayatıyla Dostoyevski’nin haklı olmadığını söyleyebilecek babayiğit?

 

Renk körü dediğimiz insanlar renkleri görmez değildir, sadece bizden farklı görürler. Asıl renk körlüğü hayatın ve insanın sonsuz çeşitlilikteki renklerini görmemek, görememektir.

 

Bir rengin içinde bin bir renk gören, çevresine güzellikten bir koza ören insanlar da var.

 

“Bir kere güzeli gerçekten görse idin” dedi meczup, “bir daha çirkinlik görmez idin!”

Yorum Ekle

Adınız / Rumuz

Yorumunuz