Gökhan Özcan
5 Kasım 2018, Pazartesi
Sevdiğini söylediği hiçbir şeyi can-ı gönülden sevemiyor bugün artık hiç kimse. Birbirleriyle ilişkilerinde çok bariz biçimde görünüyor bu.
Bize çok elle tutulabilir bir faydası dokunması gerekiyor bir şeyin ki onu sevebilelim. Tabiatla bütünleşebilen, saatlerce hiç sıkılmadan denizi seyredebilen, badem ağaçlarının açmasına çocuklar gibi sevinen insanlar çok az artık. Böyle şeylere vaktimiz yok. Sürekli bir hareketin içinde olmazsak sıkılıyoruz. Hayatımızda yer açtığımız her şeyin bizi eğlendirmesi, hayat ve insan hakkında düşünmekten alıkoyması gerekiyor. Kendimizden de, insan olmaktan da, insanı düşünmekten de kaçmaya çalışıyoruz. Böyle bir hayata kodlandık. Hiçbir şey canımızı acıtmasın istiyoruz, içimize dokunmasın, özümüzü bize hatırlatmasın.
Yaşadığımızı nasıl hissedeceğiz peki?
Bir şeyler içimize dokunmalı, insan doğrudan insan olmakla ilgili o sancıları çekmekten kaçmamalı, kaçınmamalı. Ancak böyle olursa bir kalp sahibi olunur. Ancak böyle olursa bir vicdan, bir izan, bir sevme iştiyakı oluşur insanda.
Etrafa bakıp “Dünya ne hale geldi” diye söyleniyoruz durmadan. Kim emek veriyor ki hayatına! Kim çekmeyi göze alabiliyor insan olmanın yükünü! Bu yalan dolan yaşama haliyle yüzleşmek zorundayız hepimiz. Kaçak güreşmeyi bırakmalıyız. Hayatın zaman zaman bizi iki yakamızdan tutup iyice bir sarsmasına mani olmamalı, izin vermeliyiz. İnsanlığımızı başka türlü hatırlama ihtimalimiz yok görünüşe göre.
Bugün yaşanan hayata, bugünün insanlığına itirazı olmayanlara söylenecek bir şey yok. Ama böyle yalan dolan yaşamaya bir itirazı olanların, daha sahici bir hayat ve daha hakiki bir insanlık için o itirazı canlı tutmaları gerekiyor. Hakikatin bir bedeli var. Yalanlardan kurtulabilmek o bedelleri ödemekle mümkün. O çileyi adam gibi çekmekle…
Sadece eğlenmek, gırgırla şamatayla vakit geçirmek, küçük büyük ihtiraslarımızın elinde oyuncak olmak için gelmedik dünyaya. Kendi hakikatimizi aramak, bunun kalp yükünü taşımak için geldik. Güzelliğimizi kaybedersek hayatiyetimizi de kaybederiz. Kaybedilen her vakit, en iyi ihtimalle yerinde saymak anlamına gelir her insan için. Vaktin değerini bilmemek ömrü boşa geçirmektir. Bir şeyleri karşılıksızca sevmekle, âlemi güzelleştiren şeyleri arayıp bulmakla, her güzelliğin hayranı olmakla çok yol alabiliriz oysa. Güzelliğe giden yollar bulmak çok şeydir. Her güzellik daha büyük bir başka güzelliğin kapısını açar. Farkına vardığımız her güzellik, hiç şüphe yok, bizi de adım adım güzelleştirecektir. Ancak güzelliğin farkına varmak için incelmek, derinleşmek, ariflerin dediği gibi pişmek gerekiyor. Hayatın içine bir ‘aşk’ koymayı, ‘muhabbet’ koymayı gerektiriyor. Bütün vakitleri eğlenmeye, oyalanmaya, dünyaya kanmaya kaptırılmış bir hayat o aşkı, o muhabbeti nereden bulsun? Yaşıyor ve görüyoruz; bütün ayarları eğlenceye, adı üstünde vakit geçirmeye göre düzenlenmiş bir hayat hiç kimseyi mutlu etmiyor. Etmiyor, etmez, etmeyecek, çünkü insanın mutluluğu sandığımız gibi daha çok eğlenmekte, oyalanmakta değil, olmaya, kendini oldurmaya doğru yol almakta... O yolun meşakkati yok mu? Var elbet, ama “Derdim bana derman imiş” diyen aşıklar, gönlün asıl eğlencesinin işte o meşakkat olduğunu kulağımıza fısıldıyor.