Gökhan Özcan
19 Kasım 2018, Pazartesi
Yeni zamanların hayatlarımıza dayattığı kurgu, elimizde kalan son tenhalıkları da gaspetmek üzere ilerleyişini sürdürüyor. Uzun bir süredir kendi icat etmediğim, seçmediğim, tercih etmediğim meşguliyetler tarafından zamanımın büyük bir kısmının işgal edildiğini hissediyorum.
Hiçbir zaman hareketli bir insan olmadım, yapımda bu yok. Hep hayatın hızı giderek artan akıntısına kapılmadan, ağır ağır, konaklayarak, etrafıma dikkatimi verebilecek kadar düşük bir tempoda yaşamaya gayret ettim. Ancak, son zamanlarda hemen herkes gibi ben de bu konuda çaresiz kaldığımı farkediyorum. Meşguliyetler her an dev dalgalara dönüşüp kıyılarımıza vuruyor, bizi önüne katıp sürüklüyor sanki. Durmadan bir şeylere yetişmeye çalışıyoruz. Durmadan bir şeyleri yapabilmek için, belki çok daha önemli olabilecek başka şeyleri feda etmek zorunda kalıyoruz. Sürekli bir şeylere yetişme halinde yaşıyoruz. Düşününce buna bir sebep bulabilmek de mümkün değil... Sanki bilmediğimiz eller hayatın hızını sürekli olarak arttırıyor ve bizler yaşadığımız her şeyi yaşanması gerekenden daha hızlı, daha kalabalık, daha şuursuzca yaşamak zorunda kalıyoruz. Tenha zamanlarımızı, içimize bakma imkanlarını, durup düşünme molalarını yavaş yavaş yitiriyoruz. Görünüşte sosyal hayatın içindeki dolaşım hızlanmış görünüyor, eskiye göre çok daha fazla insan içine çıkıyoruz. Çıkmadığımız zamanlarda da elimizdeki ya da önümüzdeki ekranlar vasıtasıyla sanal dünyanın sosyal alanlarında sürekli etkileşim halindeyiz. Öyle olduğumuzu zannediyoruz. Ama yakından bakınca her anını kalabalıklar içinde geçirmeye çalışan insanların birbiriyle hiç de sanıldığı kadar irtibatlı olmadığı, gürültülü bir yalnızlık içinde yaşadığı bariz şekilde görülüyor. Bütün bu yorucu meşguliyetler zihinsel ve duygusal olarak bizi zamansız bırakmaktan öte bir sonuç üretmiyormuş gibi görünüyor. Kendimizle hiç baş başa kalamıyoruz. Bir tenhada yapmayı çok istediğimiz şeyleri yapamıyoruz. Hal böyle olunca hareketi sürekli artan hayatlarımızın, insanlık namına bereketi giderek azalıyor ve anlamı olan, anlamı yaşatan şeylerden yoksunlaşıyor, kendi içimizde mahpus kalan her türlü zenginlikten yoksullaşıyoruz.
“Hızla seyreden bir araçta gözünü yolun durmadan akan çizgilerinden alamayan yolcular gibiyiz” dedi beyaz saçlı adam, “görülmeye değer her şey etrafımızda ama başımızı kaldırıp onlara bakamıyoruz!”
Uzaktan bakınca düz bir çizgi gördüğünüz şeyin yakından bakınca bir elektrik telinin üstünde yan yana duran onlarca sığırcık kuşu olduğunu hayretle görürsünüz, hayat böyle!
“Sahte bir dünya keşfediyoruz: Öncelikle bu bir dünya olmadığı için ve kendini gerçek gibi gösterdiği için ve gerçeğin yerine tersini ikame ederek gerçeği yakından takip ettiği için sahtedir. Örneğin, gerçek mutsuzluğun yerine mutluluk kurguları koyarak, gerçek mutluluk ihtiyacına kurguyla cevap vererek bunu yapar. Ya da iğrenç mutsuzluğun yerine dramatik bir mutluluk koyar. Ve bu böyle devam eder” diye yazmış Henri Lefebvre, ‘Gündelik Hayatın Eleştirisi’ isimli eserinde.
Özgürlük, kısacık bir ânın içine hiç acelesi olmayan upuzun bir cümle kurabilmektir bazen.
Neyle meşgul olursa olsun, kendini daima anlamların emrine amade tutan insanlar da var.
“Acele etme” dedi meczup, “gönlünü bir yerde unutup gitme!”