Musab Altunkaynak
28 Haziran 2021, Pazartesi
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Büyük buluşlar/icatlar, fikirler ve birçok tarihi meseleye yön veren kararlar, genelde bireysel olarak ve yalnızken alınır. Yalnızlık düşünmeye, düşünmek fikirlere, fikirler icraatlara ve icraatlar menfi veya müspet tüm durumlara gebelik eder. İnsan, dünyaya yalnız gönderildi. Yalnız başladı yaşamaya, yalnız düşündü, yalnız öğrendi, yalnız karar verdi ve yalnız yaptı. Şeytan, yalnız düşündü, yalnız kibre büründü ve yalnız isyan etti. Allah, elçilerini yalnız görevlendirdi, elçiler yalnız başladı mücadelelerine…
Tüm bu yalnızlıkların temeli, aslında kalabalık bir düşünme evresinin dağdağasına dayanır. O düşünme evresinde cereyan eden fikir/düşünce seansları neticesinde, niyetlerin galebe çalma durumu, kişileri niyetlerin çarpışması esnasında galip gelen iki farklı yola iter: İyi ve kötü, menfi ve müspet veya hak ve batıl. Yönelebilecek sadece iki yol vardır. Keza bu yolların nihayetinin de, seçilen yolun durumuna göre iki sonucu vardır. Bu süreç, yaradılış ile başladı ve yaradılışın yargılanacağı güne dek sürecektir. Çünkü bu süreci tetikleyen sebep ve sonuçlar ilahidir, düzenin sahibi (Allah c.c.), düzeni böyle nizam etmiştir, bugün içinde yaşadığımız düzen de, başlangıçtan bugüne dek yaşanan/yaşanmaya devam eden sürecin devamıdır. Hülasa bu, Sünnetullahtır. Düzen yaratılmış, irade yaratılmış, dünya yaratılmış, insan yaratılmış ve nihayet imtihan başlamıştır.
İlk insan ve başta İslam olmak üzere bir çok literatüre göre insanlığın atası sayılan Hz. Adem a.s. ile başladı ilk imtihan. Sonrasında onun zürriyetinden türeyen her birey, ayrı ayrı birer imtihan sahibi oldular. Her topluma, kendi devrinde yaşadıkları çerçevesinde hak yolu bulabilsin diye dönem dönem elçi/elçiler gönderilmiş, gönderilen bu elçiler de Allah’ı ve onun şeriatını anlatmaya ve yaşatmaya çalışmışlardır. Elbette gönderilen elçilerin hiçbiri, (teşbihte hata olmasın) tepeden inme bir topluma gönderilmemiştir. Hepsinin ayrı ayrı hazırlanış evreleri olmuş; kimi ailesiyle, kimi sağlığıyla imtihan edilmiş, tabiri caizse bir hazırlık aşamasından geçmişlerdir. Ama hepsinin tek amacı, yüce Rabb’imizin şeriatını yeryüzünde yaymak ve yaşatmaktı.
Bu kutsi şeriatın son önderi ve Allah’ın tüm elçilerinin serveri ise Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir. Salt kendisi değil, O (s.a.v.) doğmadan evvel elçisi olduğu toplumda bir hazırlık evresinden geçti. O doğdu, Kisra saraylarının 14 sütunu yıkıldı. O doğdu, Mecusilerin bin yıldır sönmeyen ateşi söndü. O doğdu, Sava Gölü kurudu. Yani ilahi düzen tekerrüre devam etti. Büyüdü Peygamber (s.a.v.), o büyüdükçe hazırlığı da büyüdü. Çünkü davası da, şeriatı da aynı ölçüde büyüktü. O, bu dava için seçilmişti. Yani düzenin işleyişi kaldığı yerden devam edecekti, etti de. Bir elçi seçildi ve işe koyuldu. Koyulduğu iş, bugün takribi iki milyar insanı -en azından kalben- ortak bir paydada buluşturmaktadır. Yine büyük bir dava, büyük bir olay doğdu, yine yalnız başına ama ilahi bir emirle yola çıkan bir elçi ile. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile. Bu hazırlık evresi, O’na inziva ile ilham edilmişti. Nitekim ilk vahiy/ilk emir o inziva ile gelmişti.
İnziva, yalnızlığa muhtaçtı, insanlık ise hakka/adalete. Peygamber (s.a.v.)’ de muhtaç olunan adaletin tesisi için seçilmişti. İnzivanın muhtaç olduğu yalnızlık, ilahi bir güç ile onunlaydı. Yılın belli bölümlerinde, Mekke’nin kuzey doğusunda yer alan Cebel-i Nur’un tepesinde bulunan Hira mağarasında inzivaya çekilir, döneminin sahip olduğu fuhşiyattan kurtulma ve nefes alma talebiyle, ilahi arayış ve yakarışını gerçekleştirirdi. Bu doğrultuda kutlu Peygamberimiz’in neden bu mağarayı seçtiğinin sebepleri de önem arz etmektedir. Özellikle Hira Mağarası’nın bulunduğu tepeden Kabe’yi görebilmesi, şehre çok uzak olmaması gibi unsurlar da ayrı bir öneme sahiptir. Peygamber Efendimiz’den önce de Mekke’deki hanîfler, Hirâ Dağı’nda zaman zaman inzivâya çekilirlerdi. Hazret-i Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib de bunlardan biriydi. O, Allâh’ın varlığına, cezâ ve mükâfât yeri olarak âhiretin mevcûdiyetine inanmış, zaman zaman Hirâ Dağı’ndaki mağaraya çekilip kendini ibâdete vermişti. Ancak tabii ki burada esas konu bu unsurlar değildir. Peygamber’in bu münzeviyata duyduğu ihtiyaç, inziva süresince yalnız kalmasına rağmen toplumdan tamamen kopuk olmaması, inziva esnasında tükenen temel ihtiyaçları için evine dönüp ihtiyaçlarını temin ettikten sonra tekrardan mağaraya dönmesi, inziva esnasında ziyaretçi kabul etmesi gibi durumlar, doğru bir inziva anlayışını ifade etmede irdelenebilecek en açıklayıcı kıstaslardır. O, yalnız kalabilmek için uzlete çekildiğinde bile toplumdan kopmamış, muhtaçlara yardımda bulunmuş, uzlette iken ziyaretine gelenlerle hasbihal etmiş, uzlet sürerken evini/ailesini ihmal etmemeye özen göstermiş, ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerektiğinde şehre inmiş, yani kendi nefsine bile zulmetmemeye çalışmış, kısacası ümmetine/toplumuna görevi gereği inzivanın/yalnızlığın da doğrusunu göstermiştir.
Yalnız kalmayı istemek, kabuğuna çekilmeye ihtiyaç duymak, fıtrattandır. Lakin hayatın her aşamasında olduğu gibi fıtrat da ancak doğru bir usul ile ayakta kalır. Her devrin fıtrata muhalif masivası olmuştur. Günümüzde, yaradılışın fıtratına zeval verebilecek araçlar belki de bugüne dek yaşanan tüm devirlerden daha fazladır. Özellikle iletişim araçlarının, teknolojinin yaygın ve yanlış kullanımı, bu bozulmaya fazlasıyla çanak tutmaktadır. İnsanlık, kendi fıtratının yanı sıra, kendi çevresinin de ötesinde, dünyanın bir ucundaki başka toplumları da etkilemekte, hatta dejenere edebilmektedir. Fiziki bir müdahaleye maruz kalmadan bireyler, aileler ve hatta ülkeler yok olmanın eşiğine sürülebilmektedir. Kimi zaman sosyal medya üzerinden spekülatif bir video kaydı, kimi zaman haber sitelerinde yayınlanan yalan bir haber, kimi zaman da televizyonda yayınlanmakta olan bir film veya dizi, varlığından dahi haberdar olmadığı bireylerin zihnine ve bilinç altına işleyebilmekte, onları yönlendirebilmektedir. Bu yönelişin müspet yönde ilerlemesi, bozulmamış bir fıtratın ve o fıtratı yaratanın tabii olarak arzusudur. Ancak hak ve batılın savaş halinde olduğu ve nifakın dünyevi güce daha fazla egemen olduğu dünyamızda bu arzuya ermek, hiç de kolay değildir. Zira arzuların talibi, sadece Allah değildir. O’na düşman olanların da kendi fani nizamlarını kurmak ve sürdürmek üzere ulaşmak istedikleri arzuları vardır. Hatta bu arzulara ulaşabilmek için, bir toplumu kendi düzenine tabi etmek gerekirse başka bir toplumu, belki birkaç nesli heba edebilecek kadar azıtabilmeleri içten bile değildir. Fıtratın temel gereksinimlerine zehir katmak, onların ustaca başarabildiği bir alandır. Bunun için gerekirse nesillerce işleyen/işletilen tezgahları vardır. İlmik ilmik fesat örgüsünü nakşederler. Öyle ki farkına varılmadığında veya geç kalındığında, zehirlenen organın hangisi olduğunu bile anlamak imkansız hale gelir.
İnsanın temel ve doğal gereksinimlerinden biri, tartışmasız yalnızlıktır. Düşünmek, dinlenmek, uyumak ya da ibadet etmek için yalnız kalmaya çabalamak, bu ihtiyacın tezahürüdür. Günümüzde dünya nizamı göz önüne alındığında, -büyük çoğunluğun- yalnızlığa çekildiği zamanların neticelerinin intiharlara, bunalımlara, cinayetlere, sapkınlıklara evrildiğini belki her gün haberlerde sayfa sayfa neşredildiğini görebilmekteyiz. Bu felaketlere, bireylerin bencilleşerek toplumdan ve aileden kopuşunu da rahatlıkla ekleyebiliriz. İlahi düzenin sendeletilmeye çalışıldığı her an, fıtratın felaketine mahkumdur. Toplumları yönlendirmek için gönderilen elçiler, onların ihtiyaç duyduklarını olması gerektiği gibi karşılamalarını, konuşmanın, gülmenin, tepki koymanın, yemek yemenin, su içmenin, yürümenin, giyinmenin ve daha sayılamayacak sıradan veya özel binlerce eylemin ilahi iradenin hüküm verdiği fıtrata uygun bir şekilde gerçekleştirebilmesini bizlere göstermişlerdir. Son elçi ve Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) doğumundan vefatına dek, sünneti bizlere emanet olarak bırakmıştır. O’nun yalnızlığı, bizlere ilahi emir getirebilecek, ihtiyaç sahiplerine yardım edebilecek, misafir ağırlayabilecek kadar kalabalıklarla doluydu. O yalnız kaldığında ümmeti için dertlenirdi, bizlerse yalnız kaldığımızda dünyalık dertlerimiz için efkarlanıyoruz.
Yalnızlığın fıtratına dönmeliyiz. Risaletin inzivasına çekilmeliyiz. İlahi düzene sahip çıkmalıyız. Muhammedi sünnete tutunmalıyız. Ancak o zaman huzura erecektir fıtrattan sapan tüm yalnızlıklarımız.
Dua ile…